Antik dönemden günümüze kadın ve şiir: Şaire olmak mı şaire ilham olmak mı?
Yaratılıştaki doğum mucizesinin kaynağı olan kadın, kainatta yaratıcılık gerektiren her hususta en önemli ilhamdır. Söz konusu bireysel yaratının estetik boyutlarda ortaya çıkan tezahürü sanat olduğunda ise kadının rolü daha da önem kazanır. Özellikle de dil ve sözün gücünden yararlanan ve insan üzerinde tesiri en fazla olan sanatlar ile kadının ilişkisi ayrı bir perspektiften değerlendirilmelidir. Dilin gücü düşünüldüğünde kuşkusuz dinsel bağlamda akla ilk gelenler söz ve kelamdır. Sadece semavi dinlerde değil, pek çok yerel ve arkaik inancın kozmogonisinde de sözün üstünlüğüne dair yapılanmalara rastlamak mümkündür. Şiir sanatı da edebiyat içinde dilin en özel kullanımına dayalı olanıdır. İnsanın var olduğu günden bu yana değişik biçimlerde de olsa şiirin varlığından söz edilebilir. Önceleri sözlü edebiyat içinde kimi zaman anonim olarak görülen şiir, yazılı edebiyatta ise şairinin bilindiği özel bir sanata evrilir. Asırlar boyunca şiirde kadın ve kadın şairlerin yeri meselesi ise tartışma konusu olarak gündemdeki yerini daima korur. Kadın şair sayısının neden az olduğu ya da kadın şairlerin neden yeterince varlık gösteremedikleri gibi sorular araştırmacıların zihnini meşgul eder.
Tarihsel süreçte kadınlar, toplumsal haklarını kazandıkları ölçüde hayatın diğer alanlarında olduğu gibi sanatta da daha fazla varlık gösterme imkanı buldu. Farklı kültürlerde kadının kölelikten birey olmaya geçiş mücadelesinin çok uzun asırlar sürdüğü ve bugün de bu çabanın devam ettiği inkâr olunamaz bir hakikattir. Sadece şiirde değil; felsefe, müzik, resim ve mimari gibi alanlarda da kadının varlığını ispat etmesi oldukça güç oldu. Helenistik Çağ’da var olan Ana Tanrıça kültürü içinde kutsanan kadın, demokratik rejimlere rağmen ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamadı. Günümüzde de medeni toplumlarda aynı anlayışın izlerini görmek mümkün. Türk sanat tarihine bakıldığında da kadının varlık göstermesi diğer milletlerdekinden farklı değildir. Kadın, asırlarca köklü bir geçmişe sahip ve geleneğe bağlı şekilde süregelen şiir sanatı içinde kendine özgü duyguları ifade etmekten mahrum bırakıldı. Hilmi Yavuz, varlık gösterebilen kadın şairlerin çoğunluğunun ise daha çok erkek meslektaşlarına özenerek ve erkek egemen üslubu kullanarak şiirler yazdıklarını ve bu durumun onları bir kadın üslubu oluşturmaktan uzaklaştırdığını ifade eder. Kuşkusuz bunun temelinde edebiyat alanında yaygın olan ataerkil söyleme göre şekillenmiş ve sabitlenmiş kanon içinde kadın şairlerin kendilerini kabul ettirme endişesi yatar.
ARİSTOTELES’E GÖRE KADINLAR SOYUT DÜŞÜNEMEZ
Arkaik dönemdeki Yunan toplumunun yapısı ve topluma hakim olan kadın algısı günümüzde de pek çok toplumda halen görülen kadının ikinci sınıf konumunun en eski izlerini taşır. İktidarın birey olarak kabul etmediği kadın, toplum tarafından da erkekle eşit görülmez. Antik Yunan kültüründe, cinsiyet rollerindeki eşitsizlik öyle güçlü şekilde insan belleğine kazınmıştır ki bugün kadınların hala mücadele etmek durumunda kaldıkları bu eşitsizliğin temellerinin o dönemde atıldığını ileri sürenler dahi vardır. Öyle ki ünlü filozof Aristoteles, kadınların erkeklerden alt konumda olmalarını, zekalarının daha aşağı bir düzeyde olmasına bağlar. Ona göre kadınlar soyut düşünemez ve bu nedenle üst akla yani ‘logos’a sahip değildirler. Aristoteles’e göre kadınlarda yalnızca somut olan akıl yani ‘metis’ vardır ve onlar şehvetlerini kontrol altına alma becerisine de sahip değildirler. Geçmişten süregelen bu ve buna benzer görüşler kadınların bugün neden hala haklarını savunmak zorunda olduklarının en açık delilidir.
1960’lara gelindiğinde dünya genelinde feminist hareketin feminist eleştiri kuramı ile edebiyata da yansıdığı görülür. Bu kuram, eril bir dille yazılmış ataerkil söyleme dayalı kadın okumalarına, radikal bir karşı okuma olarak tanımlanabilir.
Başka bir ifadeyle feminist eleştiri, edebi eserlerde yer alan toplumun ataerkil söylemde kadının cinsel ve sosyal konumunu doğru çözümlemeyi ve bu yapının değişimine katkıda bulunmayı amaçlar. Feminist eleştiri bu noktada payına düşen rolü üstlenerek kadının hem toplumsal hem kültürel hem de simgesel olarak doğru şekilde tanımlanmasına katkı sağladı.
Böylece hem kadın yazar ve şairlere alan açılırken hem de edebi eserlerde kadını hor gören ve aşağılayan tutum tenkit edilerek farkındalık yaratılmış oldu. Buna rağmen pek çok kadın için kalem tutmak, türlü endişelerle boğuşmak ve küstahlığa, deliliğe cesaret edebilmek anlamına gelir. Üstelik bu kadınların önünde güç alabilecekleri kadın şair örneğinin az olması da kısıtlayıcı nedenler arasındadır. Esasen sözlü kültürün egemen olduğu toplumlarda bu kültürün taşıyıcısı genellikle kadın oldu. Ancak sözlü kültürde varlığı yadsınamayacak olan kadın şair, yazınsal kültüre geçişte bu konumunu yitirecek ve diğer yaşamsal alanlarda olduğu gibi şiiri de erkeğe terk etmek zorunda bırakılacaktır. Bu sistematik dışlanma karşısında şaire, öncelikle varlığını kabul ettirme anlamında kendi sesinden, duyarlığından, kelime dağarcığından ve şiirinden ödün vermek durumunda kalır. Sonrasında ise kadının şair kimliği, belli bir döneme kadar içinde bulunduğu sosyal statüye ve erkeklerin dünya görüşüne göre şiir yazmanın ötesine geçemez. Başlangıçtan beri sözlü edebiyat dairesi içinde etkin bir rol üstlenen kadın, yazılı edebiyat söz konusu olduğunda ancak 19’uncu yüzyıldan itibaren varlık göstermeye başlar. Mevcut kadın şairler içinde bütün önyargı ve küçümsemeye rağmen şiirde başarı göstererek edebiyat tarihinde adından övgüyle söz edilenlerin sayısı ise çok daha azdır.
Örneğin, tarihe adını ilk kadın şairlerden biri olarak nakşettiren ve aile köklerine bakılmaksızın Anadolu kültürünün bir temsilcisi sayabileceğimiz Sappho hakkında söylenenler her çağda yeniden okunduğunda birbiriyle çelişen ifadelerle örülüdür. Tarih yazımında geçmişin yeniden inşası bağlamında Sappho, ele alındığı dönemin kaygılarından, ideallerinden, siyasi çıkarlarından etkilenmiş ancak üstün yeteneği ile adından söz ettirmeyi başarmış bir kadındı. Kimi zaman eşcinsel kimi zaman hetaira kimi zamansa bakire bir öğretmen olduğu görüşünden hareketle hakkında yapılan yorumlar, her dönemin toplumsal cinsiyet rollerinin ve kadına bakış açısının izlerini taşır. Ancak söz konusu erkek bir şair, filozof ya da lider olsaydı antik dönemde sosyal hayatın sıradan bir olgusu olarak kabul gören eşcinsellik vurgusu neredeyse hiç görülmeyecekti. Esasen eğitimli bir kadın olarak Ege dünyasında Sappho bir istisna değildi. Onun döneminden bilinen thiasos’ların başında bulunan Gorgo ile Andromeda gibi diğer eğitimli kadınların ve Erinna gibi başka kadın şairlerin varlığı da bunu destekler nitelikte. Diğer Anadolu kentlerinde olduğu gibi eşitlikçi anlayışın hüküm sürdüğü bir coğrafyada yaşayan Sappho’nun bir istisna gibi görülmüş olmasının nedeni ise Atina’nın liderliği ile başlayan süreçte kadınların erkeklerle eşit olmadığı bir dünya düzeninden onun çağına bakıyor olmamızdır. Sappho’nun başarısını, yaşadığı dönem ve kültüre bağlamak mümkün ancak kadınların toplumsal konumunun giderek kötüleştiği sonraki asırlarda dahi adından söz ettirmesi onun başarılı bir şaire olmasından kaynaklanır.
DİVAN ŞAİRESİ AŞKI ANLATIRKEN ERKEK ŞAİR ROLÜNÜ ÜSTLENDİ
Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk kadınının şairlik serüveninde ise gelgitler dikkati çeker. Türklerde sözlü kültürün egemen olduğu dönemlerde kültürün taşıyıcısı kadın oldu. Ozan-baksı geleneğinin temsilcisi kadın aşıklar ve masal anaları yazınsal kültüre geçişte belirli ritüellerin toplum yaşamından yavaş yavaş silinmesini takiben bu konumunu yitirmeye başladı. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise Klasik Türk şairelerinin şiirlerinde günümüzde halen tartışılan bir husus dikkati çeker. Bu husus kuşkusuz, erkek şairlerin çerçevesini çizerek oluşturduğu ortak estetik kalıplar ile ifade ve mazmunları, kadın şairlerin geleneğin gerektirdiği şekilde merdane bir söylemle dile getirmek zorunda kalmalarıdır. Bu nedenle şiirlerinde kadın ruhunu aksettirmede güçlük çeken Divan şairesi, beşeri aşkı ve hislerini anlatırken ister istemez erkek şair rolünü üstlenmek durumundaydı. Her ne kadar cinsiyeti ön plana çıkarılmasa da Klasik Türk şiirinde tasvir edilen sevgili tipinin etrafında şekillenen mazmun sisteminin kadın güzellik unsurlarına dayanması, başlangıçtan itibaren erkek beğenisine seslenen bir şiir sisteminin varlığına işaret eder. Kaldı ki kadınca hislerin ifade edilmesinin, kadının kendini öne çıkararak dikkat çekmesinin ayıplanıp kınandığı mahremiyete dayalı bir toplum yapısı içinde bir kadının şiir yazmaya yeltenmesi dahi büyük cesaret işidir. Klasik Türk şairesinin hislerini kadınca terennüm edebildiği en önemli tema ise annelik, evlada duyulan sevgi ve özlem olur!
Osmanlı’nın şaireleri ile ilgili bilgilere 15’inci yüzyıldan itibaren rastlarız. Mihri Hatun, Divan’ı elimizde bulunan ilk kadın şairdir. Ancak Divan’ı bugün elimizde mevcut olmamakla birlikte Mihri ile aynı yüzyılda yaşamış, yaşça ondan daha büyük ilk kadın şairimiz Zeynep Hatun’dur. Her ikisi de 15’inci yüzyılın şaireleri olup Amasyalıdır. II. Bayezid’in şehzadesi Ahmed, Amasya’da vali olarak bulunurken Zeynep Hatun ve Mihri Hatun, Şehzade Ahmed’in sarayındaki edebi çevreye dahil oldu. Tıpkı Antik Dönemin Sappho’su gibi Osmanlı döneminde de şiir söyleyebilen kadın şairlerin ortak özelliği belli statüye sahip ailelerde dünyaya gelip eğitim alma ve edebi çevrelerde bulunabilme ayrıcalıklarının olmasıdır. Öyle ki Mihri Hatun edebiyat tarihinde ‘Türk Safo’su’ olarak tanınır. Her ne kadar tarihe isimlerini yazdırmış olsalar ve çağdaşları pek çok kadına göre şanslı addedilseler de bu şaireler birçok zorlukla mücadele ettiler. Onlar, şiir yazmalarını engellemeye çalışan ebeveynleriyle, eşlerinin kıskançlık ve karşı çıkışlarıyla, erkek şairlerin küçümseyen hor görücü ifadeleriyle savaşmak zorundaydılar. Nitekim kaynaklardan takip edebildiğimiz şairelerin önemli bir kısmı, şairlik ruhlarının ağır basması nedeniyle bu zorbalık karşısında ya hiç evlenmemiş ya da evliliklerini yürütememişlerdir. Zeynep Hatun’un evlendikten sonra eşinin zoruyla şiiri bırakması ve o güne kadar yazdığı şiirleri yakmasına karşın Mihri Hatun’un evlenmemeyi tercih ettiği rivayet edilir. 19’uncu yüzyıl şairesi Fıtnat Hanım’a ise eşi aşırı kıskançlık nedeniyle şiir yazmayı, çok okumayı ve güzel giyinmeyi yasaklamış, hatta kirpiklerinin uzunluğu gözlerine letafet veriyor diye kirpiklerini dahi kestirmiştir.
Türk Edebiyatı’nda, Tanzimat’tan günümüze kadar varlık gösteren edebi akımlar içinde ise kadın şairler ne yazık ki kendilerine yer bulamaz. Bunun bir nedeni, edebi akımların birleştiği toplulukların aynı zamanda birer sosyal ve edebi muhit olmasıdır. Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Beş Hececiler, Toplumcu Gerçekçiler, Yedi Meşaleciler, Garip Akımı, İkinci Yeniciler arasında bu sebeple kadın şaire rastlamayız.
Ancak ferdi boyutta elbette Türk Edebiyatı’nın yetiştirdiği sayıca az olsa da çok önemli kadın şairlerimiz vardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın vefatının ardından Milliyet tarafından bir soruşturma sonucunda ‘yaşayan en büyük Türk şairi’ olarak seçilen Gülten Akın bu şairlerin başında gelir. Onun şiiri, bireysellikten toplumsallığa evrilen bir rota izler. Lale Müldür ise 80 kuşağının önemli bir şairesidir. Müldür’ün şiirleri geniş bir kültür ve coğrafya haritasından beslenir. Sürekli şekil arayışları, metinler arası göndermeler, yer yer çarpıcı bir lirizmden marjinal eğilimlere uzanan söyleyiş özellikleri şiirinin dikkat çekici nitelikleri arasındadır.
Şiir geleneği güçlü olan Türk edebiyatında şair olabilmek zorken şaire olarak var olabilmenin çok daha zor olduğu görülüyor. Abdullah Özkan ve Refik Durbaş’ın hazırladığı Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi (526 Şair 1909 Şiir) adlı altı ciltlik eserde ele alınan 526 şairden sadece 40’ı kadındır. Bu antoloji, Cumhuriyetten 1990’lara kadarki süreci ele almaktayken günümüze yaklaştıkça antolojilerdeki kadın şair sayısı biraz daha artmış olsa da 19’uncu yüzyıl şartlarında bu oran asla yeterli değildir. Kadın şairlerin 1980 sonrasında niceliksel olarak artışının, 1990’lı yıllarda da sekteye uğramadığını gören kimi erkek şairlerin telaşı, tavsiyeler ve yapay payelerle örtbas edilmeye çalışıldı. Ancak kadınlar hem yazmaya ara vermeyecek hem de mücadeleye devam edecektir. Bu mücadelenin feminizmin Türkiye’deki yükselişiyle aynı yıllara denk gelmesi ise kuşkusuz rastlantı değildir.
ŞAİRE İLHAM OLMAK
Yücel Kayıran, “şair, tıpkı filozof gibidir, daima çağdaştır ya da her çağın çağdaşıyla çağdaştır” der. Şairin geleceğe seslenen ama geçmişle konuşan bir ruhu vardır. Kayıran’a göre şiir yürekleri değiştirir, hiçbir şiir eski değildir ve her şair çağdaştır. Dolayısıyla şiir efsunludur ve şairini ölümsüzleştirecek bir güce sahiptir. O halde bu tılsımı elinde bulunduran kişi sonsuzluğun sırrının da sahibidir. Şairliğin yaratılıştan gelerek ilhamla olduğu ve bu işin büyücülüğe denk olduğu asırlarca söylenegelmiştir. Herodotos’tan beri bu böyledir. Nitekim Herodotos, Historie’yi Mnemosyne’nin kızlarından aldığı ilhamla yazdığı iddiasındadır. Dokuz bölümden oluşan Historie’nin bu dokuz bölümünün her biri sırasıyla Mnemosyne’nin kızlarının yani Musa’lardan bir Musa’nın adını taşır. Grekçede ‘mousa’ olan ‘musa’ Latince bir adlandırmadır ve ‘esin perisi, ilham perisi’ anlamına gelir. Burada ilham perisi, yazmak üzere harekete geçiren, yazabilme kudretini veren anlamını da elbette içerir. Azra Erhat’a göre de ‘mousa’ Yunanca akıl, düşünce ve yaratıcılık gücü kavramlarını içeren ‘men’ kökünden gelir. Ona göre ‘men’ kökü Mnemosyne’nin adında da gözlemlenebilir. Herodotos’un Historie’nin bölümlerini Musa’ların isimleriyle adlandırması bu nedenle doğaldır. Mnemosyne yani ‘hafıza’ tarihin varlık nedeni iken Mnemosyne’nin kızları Musa’lar yani ilham perileri de şairlik ve şiirin asıl varlık nedenidirler. Burada insanın bireysel ve toplumsal yaşamının anlatısına ilişkin yaratıcılığının bir tanrıça ile açıklanıyor oluşu gözden kaçırılmamalı. Nitekim şiirin kaynağı, şiirin sesi ve ruhu olan Musa’lar, Zeus’un kızları ve Olympos’un tanrıçalarıdır. Hesiodos’a göre de şiir, kadın sesini dile getirir ve şairin sesi kadın sesinden hasıl olmadır. O halde sanılanın aksine şair, kadın sesiyle konuşur. Hesiodos’a göre ilham ise şaire olanla olmuş ve olacak olanla ilgili olarak söz söyleme ve sözle oynama kudreti verir. Şair Musa’lara yani ilhama, yanılsamaya ve değişim içinde olana bağlıdır. Dolayısıyla Hesiodos da pek çok şair gibi olmuş olanın, olacak olanın ve bunlar arasında ortaya çıkan değişimin ne olduğunun peşindedir.
Yücel Kayıran ilham ya da esin için ‘politik teoloji’ ifadesini kullanır. İlham şiirin teolojik kaynağıdır ve politik teoloji derken kastettiği de şiir ile ilham arasında şiire varoluş sağlayan ilişkidir. Ancak buradaki teoloji, aşkın varlığa odaklanan bir Orta Çağ teolojisi değil, bir yandan Mnemosyne’nin kızlarından yani kadından varlık bulan bir teoloji, diğer yandan hafızada odaklanan bir teolojidir. Nietzsche de bu durum için “içimizdeki sonsuz kadınsı yan” der. Kadın sesine duyulan hayranlık ve kadın sesiyle dile getirme Antik Yunan dini bağlamında da teolojiktir. Bu bağlamda Türk mitolojisinde Altay Yaratılış Destanı’nda da Tanrı Ülgen’in yaratmak için dişi olduğu varsayılan Ak-Ene’den ilham alması şaşırtıcı değildir:
“Bir Ak-Ene var idi, yaşardı su içinde,
Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde:
– Yaratmak istiyorsan sen de bir şeyler Ülgen,
Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren!
De ki hep, ‘Yaptım oldu!’ Başka bir şey söyleme!
Hele yaratır iken ‘Yaptım olmadı!’ deme.”
(Ögel 2014: 466)
Biraz da ilhamını kadından almış şairlerin mısralarına kulak verelim. Haydar Ergülen “kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir” dediği ‘Eylül’ adlı şiirinde, şiirin kadının peşinde olduğunu, bütün oğulların anneyi bir şiire terk ettiğini, bütün kadınların da şiiri bir kadına terk ettiklerini söylerken kadın ve şiir arasındaki ilişkiyi son derece çarpıcı metaforik bir üslupla sunar:
“Yazın bittiği her yerde söylenirse
kadının gittiği de her yerde söylenir
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir:
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu…
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar böyle gidilir
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda
kadın tarafından terkedildi o söylenceye:
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder!
O kadın beni terkederse şair olurum
oğul olduğum kadın sakın beni terketme,
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider.
Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!”
Ülkü Tamer de ‘Cins Şair’ adlı şiirinde Tanrı’nın önce şiiri yarattığını ve okuduğu şiirlerden ilham alarak başa dönüp kadını yeniden yarattığını söyler:
“Tanrı binbirinci gece şiiri yarattı,
Binikinci gece Cemal’i,
Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı,
Başa döndü sonra,
Kadını yeniden yarattı”
SON SÖZ
Resmi tarih yazımı ne yazık ki kadını görmezden gelen ya da hor gören klasik miras tarafından şekillendirilir. Antik idealler üzerine inşa edilen bu mirasta, kadın deneyimleri küçümsenmiş, kayda geçirilmemiş, sadece kamu alanı ve bu alanın özneleri olan erkeklerin deneyimleri tercih edilmiştir. Başka bir deyişle kadının tarihi temsili, erkek yazarlar tarafından ve erkeklerin çıkarları doğrultusunda kayda geçirilmiştir. Söz konusu edebiyat tarihi olduğunda da durum çok farklı değil. Edebiyatta önemli bir varlık alanı teşkil eden kadın şairlerin güncelliğini ve evrenselliğini koruyan eserlerinin tanınması ve tanıtılması son derece zaruri. Bu aynı zamanda edebiyatta kadın duyarlığının ortaya çıkarılması açısından da önemli. Günümüzde hem nicelik hem de nitelik açısından büyük bir atılım gösteren kadın şairlerin edebiyattaki konumu ve etkileri bu doğrultuda yürütülecek araştırmalar için değer niteliği taşır. Bu noktada tematik araştırmalarda kadın şairlere ait biyografik unsurlar büyük ölçüde yol göstericidir. Yüzyıllardır kendilerine yüklenen edilgen konumdan sıyrılarak hayatı, toplumu ve bireyi kendi diliyle anlatma cesareti gösteren şairelerin edebiyatta oluşturdukları ortak miras kadın söylemidir. Kadınlar artık sadece ilham değil, şaire olarak da vardır ve var olmaya devam edecektir. Son olarak Gülseli İnal’ın dediği gibi “Bir toplumda kadın şairin varlığı, o toplumun ilerleme ve uygarlık düzeyi göstergesidir.”
*Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Doç. Dr.